Sevgililerini hala sosyal yaşamın sunduğu imkanlar dahilinde bulanlar için önemli bir detay olmayabilir belki ama Netflix’in yeni dizisi You, sosyal medyadan sevgili bulup mutluluğu arayanlar için düşündürücü, ürkütücü ve yüksek gerilimli bir dizi olmuş.

Bir kitapevinde sıradan bir karşılaşma şeklinde başlayan ilişki, taraflardan birinin “röntgenci” olmasını öğrenmemizle asıl yörüngesine yerleşiyor.

Gossip Girl’ün Dan Humphreys’i Penn Badgley’in senaryo gereği sürekli iç sesiyle konuşması bana hayranı olduğum Dexter’ı hatırlatıyor ve hepi topu 10 bölüm olan diziyi bir gecede gömüyoruz.

Yılbaşı kargaşası sonrası romantik komedi izleyelim de güzel vakit geçirelim mantığıyla başladığımız You, son bölümünde evden “Peki biz artık nasıl sevgili bulacağız” seslerinin yükselmesiyle sona erdi.

OLMAZ AMA NEDEN OLMASIN?

Malum, sabah uyanma şeklimizden gece yatış biçimimize kadar olan detayları bir güzel verdiğimiz sosyal medya, birçok sosyopat için de fazlasıyla verimli bir mecra.

Yıl içinde yayınladığımız verilerden sevdiğimiz yemekten, dinlediğimiz müzik grubuna kadar fikir edinip, bunu avantaja çevirmek isteyenler karşımıza çıkıyor, orası sorun değil.

You dizisi bu zararsız gözetlemelerin nereye varabileceği konusunda uyarı niteliğinde olmuş. Hani, “olmaz olmaz ama neden olmasın?”

Scream’in izinden giden ama o kadar vahşi olmadığı için birkaç bölüm içinde alışkanlık yaratan dizideki Dexter etkisi yönetmen Marcos Siega’dan kaynaklanıyormuş meğer.

İki sezon Dexter’ın yönetmenliğini yapan Siega, You’nun 3 bölümünün yönetmenliğini, 9 bölümün de yapımcılığını üstlenmiş.

Senaryoda, sosyopat katilimizin insanları öldürüp, telefonlarından sosyal medya mesajı yayınlayarak başka ülkeye gittikleri izlenimini kolayca vermesi gibi nice boşluklar olsa da tüm bölümlerin merak içinde izlenilmesine sebep olan Netflix seneye iddialı bir şekilde girmiş oluyor.

Dizi bitince gidip telefonunuzun şifresini yenilemek isteyebilirsiniz. Ya da en kötüsü sevgilinizden şüphelenip onun geçmişini araştırmaya başlayabilirsiniz.

Poşet konusu neden anlaşılamadı?

2008’de San Francisco’daki bir marketin kasasında aldığım ürünlerle kaldığım zamanı hatırlıyorum da, kasiyerin “Poşet satın almak ister misiniz” demesiyle bir aydınlanma yaşamıştım.

Duyduğum şey rüya gibiydi; yıl boyu bir sürü deniz canlısının ölmesine ya da sakat kalmasına sebep olan, çevre kirliliğinin en yakın arkadaşı poşet kullanımı bu şekilde azaltılabilirdi işte.

Öyle ya, markete gidince birer ikişer poşetlerden almak hepimizin hastalığı.

Özellikle de eczanelerden alınan ilaçların cebe atılacak boyutta olmasına rağmen poşetlenmesi beni delirten bir ayrıntıydı. O zamandan bu zamana çok yazdım, çok konuştum ama nihayet 2019’a girildiğinde ülkemizde de poşetler paralı hale geldi. Ama ne oldu, değme zamlara ses etmeyenler 25 kuruşluk poşet için açtı ağzını yumdu gözünü.

Muasır medeniyetler gibi doğaya katkımız oluyor diye sevineceğimiz yerde “poşete de para mı verilirmiş efendim” diye söylenmeye başladılar.

“25 kuruş ödediğimiz poşetler doğayı kirletmiyor mu yani” diyenler bile oldu. Konunun marketlerin para kazanması için değil, sahip olduğumuz hunharca poşet kullanma alışkanlığımızın köreltilmesiyle alakalı olduğunu anlamak o kadar da zor olmamalı.

Poşet kullanımını sıfıra indiremeyiz belki ama azaltabiliriz. Bu sayede kurtarabileceğiniz deniz hayvanlarını bir düşünün, belki poşet aşkınızın önüne geçer.


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR