Cuma akşamı siz neredeydiniz bilmiyorum ama ben Alaçatı'nın girişindeki küçük tepede, değirmenlerin altında bir arkadaşlarımla balık yiyordum. Bir gece önce İstanbul'dan gelen arkadaşlarım, uzun süreden beri planladıkları tatile çıkmış olmanın hafifliği içinde güzel bir başlangıç yapmışlardı aslında. Birkaç sat sonra herkes gibi Nice'deki katliam olayını öğrenip perşembe gecesini yas haliyle gömmüştük. Tatil bu, genelde yılda bir kez fırsat bulabildiğin, sonrasında bir hafta sonu kaçamağı daha yapabilirsen kendini şanslı addettiğin bir olgu. Bütün sene bu yüzden çalışıyorsun sonuçta. Yıl içinde en fazla hak ettiğin şey bu belki de. Bu yüzden ilk geceyi terör saldırısına gömen arkadaşlarımla ikinci güne güzel bir yemekle başlamak istedik. Tam o sırada Twitter'dan köprünün iki ucunun kapatıldığı ve polislerin askerler tarafından tartaklandığını öğrendik. Masadakilerden birinin arkadaşı o sırada köprüde olduğu için ondan bilgi almak üzere telefona bağlanıyoruz. O an trafikte olan da bizler de hiçbir şey anlamıyoruz. Sonrasında köprülerin yönetiminin askerde olduğu, bu yüzden orada askerlerin olmasının normal olduğuna dair bilgiler dolanıyor sosyal medyada. İyi de neden bu kadar çoklar ve amaçları ne? Biz yemek masasında tırnaklarımızı yiyip, telefonları kenara bırakma teşebbüsünde bulunuyoruz. Ne de olsa burası Türkiye, huzurun net olarak sağlandığı gün sayısı biraz az. Çocukluğumuzdan beri ölüm haberlerine alışkınız. Doğu'da erimiz ölür, Batı'da kardeşimiz ölür. Polisimiz vurulur, halkımız vurulur. O olmadı insanların manyak gibi araba kullanmasından korkunç kaza haberleri alırız. En olmadı sokak hayvanları zehirlenir ama mutlaka ölümüz olur. Aksiyonun eksik olmadığı soframızı birkaç saatliğine gündemden kurtarmayı deniyoruz ama insanların akın akın Alaçatı Merkez'den çıkıp arabalarına koştuklarını görünce hepimiz birbirimize bakıyoruz, bu sefer durum ciddi!
'Bu devirde ne darbesi'
Yeniden açılan sosyal medya hesaplarından görülüyor ki darbe girişimi söz konusu. Nasıl yani? Bugüne kadar darbenin başımıza getirdiği felaketler üzerine onlarca kitap devirmiş, yüzlerce makale okumuşuz. "Aklını mı kaçırmış bu askerler, ne darbesi bu devirde" diye hayıflanabiliyoruz sadece. Zaten yerine durmayan huzur balonumuzu göğe mi kaçıracağız sonuç olarak? Sonra mekânın televizyonu açması ile birlikte ele geçirilen haber kanallarından yayınlanan genelgeleri dinleyip iyice dumura bağlıyoruz. Şaka olabilir mi acaba diye düşünmekten de alamıyoruz kendimizi, o derece şoktayız çünkü. Tam da, lanet olsun, şimdi ne olacak diye kara kara düşünmeye başlamışken Facetime vasıtasıyla televizyona bağlanan Cumhurbaşkanı'nın sokağa çıkma çağrısını dinliyoruz. Art arda okunan salâları dinlerken Alaçatı'nın göbeğinde her gün ezanını dinlediğimiz müezzin meydanda toplanmamız için çağrı yapıyor. Bir yemek sırasında başımıza gelenleri toplasan korkudan göğe ulaşacak merdivenlerin basamaklarını oluşturabiliyoruz neredeyse.
Korkumuz artıyor
O kadar korkuyoruz ki eve sığınıyoruz. İstanbul'da, Ankara'da alçak uçuş yapan jetleri okuyoruz. Kilometrelerce ötedeyiz ve jetlerin gürültüsünden camlarımız titremiyor ama biz titriyoruz. Ne darbecilerin kim olduğunu biliyoruz, ne paralelden anlıyoruz, ne bir parti fanatizmimiz var, ne de düşmanlığımız. Ama korkuyoruz işte. Delirdi mi bu insanlar ne istiyorlar birbirlerinden? Ortadaki negatif havadan etkilenmemek mümkün değil. O saatlerde Twitter yine kan gölü. Birileri birilerinin ölümünü istiyor, diğerleri onları bulsa parçalayacak. Ne olduğunu çözene kadar sabah oluyor ve dinmek bilmeyen adrenalin bizi uykuya zorluyor. Sabah yaralarımızı sarmak için kalkacağız belki ama eski yaralar daha iyileşmeden kanama durdurulamıyor tabii artık. Bazılarımızın içindeki nefret arttıkça bizim de içimizdeki korku artıyor. En kötüsü de birkaç gündür seslendiğim içimdeki Pollyanna hiç oralı olmuyor!