İki özel kadın, enerjisi yüksek,ne istediğini bilen, yarattıkları iki marka “Haremlique ve Selamlique” ile dünya devi olmayı hedefleyen... Türkiye’ye, Türk değerlerine, kültürüne gönlünü vermiş iki isim. Caroline Koç ve Banu Yentür... Sadece


tekstil alanında yaptıklarını ya da piyasaya yeni sürmekte oldukları kapsüllü Türk kahvesi makinesini konuşmadık, Caroline Koç ile belki de ilk defa ‘Koç’ soyadını taşımanın anlamını, ailenin mükemmelliyetçiliğini, başarılı işadamlarının eşlerinin üzerindeki algıyı da konuştuk. Müthiş samimi, müthiş içten cevaplar verdi. Caroline Koç ve Banu Yentür bu perşembe Habertürk sponsorluğunda gerçekleşen ‘Marka Konferansı’nda hikâyelerini anlatacaklar, ama öncesinde


Pazartesi Sohbeti’ne konuk oldular.






*Sizin ailenizin hikâyesi nedir?




CAROLINE KOÇ: Ben tekstilci bir aileden geliyorum. 1700 yıllarında Türkiye’ye gelmiş ailem.




*Nereden?




C.K.: Fransa, Antibes’ten... Fakat tekstille buluşmaları ancak 1900’lü yılların başında gerçekleşmiş. Önce halı ticaretiyle başlanmış, ardından yün, iplikçilik, pamuk iplikçiliği derken devam etmişler. 1910 gibi İzmir’de böyle yola çıkılmış. İşte böyle bir ailenin içinde büyüdüm ben...




*Adeta tekstilin içine doğmuşsunuz.




C.K.: Evet. Aslında babam işini evine getiren biri değildi ama çok sevdiği bir işti. En ufak bir olay olduğunda gece yarısı olsa bile fabrikaya geri koştururdu. Ofisini hiçbir zaman fabrikadan taşımadı. Her zaman o fabrikanın içindeydi hiç ayrılmadı, öylesine severdi işini.




*Kaç kardeşsiniz?




C.K.: Beş kardeşiz. Ben sonuncuyum...




*En kıymetli? Öyle midir?




C.K.: Öyle oluyor galiba. Gerçi dört kız bir erkeğiz.




*Hepiniz tekstille ilgilendiniz mi?




C.K.: Hepimiz değil. Ağabeyim daha çok ilgilendi. Biz tekstille büyüdük. Gider gelirdik, arada konuşulurdu ama ağabeyim kadar ilgili değildik. Ben işin içinde değildim ama bir şekilde bu işi yapacağımı biliyordum. Ona göre işletme okumaya karar verdim zaten. Kenarda köşede hep aklımın bir tarafında bu işle ilgilenmek vardı. Ama hayat öyle akmadı.




*Ne oldu?




C.K.: Evlendim. İstanbul’a geldim. Zaten İzmir’den ve işimizden uzaktaydım. Fakat birkaç sene geçtikten sonra kendi kendime dedim ki “Türkiye’de bu kadar güzel işler yapılıyor. Tekstil ülkemizde inanılmaz, havlu da aynı şekilde. Niye bu işin hep en iyilerini yurtdışında görüyoruz. Türkiye’ye ait çok iyi bir marka yok. Öyle bir marka yaratalım ki, üst düzeye hitap etsin, çok kaliteli olsun.” O vesileyle yola çıktık zaten. Banu ile tanışıklığımız o zaman işe dönüştü.




*Bir bezle yola çıkıldı sizin tabirinizle...




C.K.: Evet tamamen öyle, bir bezle yola çıktık.






*Bugünkü durumu o günden öngördünüz mü?




C.K.: Hedefledim. Öncelik iyi bir marka yaratmaktı. İyi kaliteyi tutturmak ilk amaçtı. Müthiş çalıştık bu konuda. Ve özellikle Banu’nun bu konudaki deneyimi çok işimize yaradı tabii. Ağabeyimle uzun süre çalıştı. Ortaya çıkan marka hem güzel, hem ciddi ve ikimizi de yansıtan bir marka haline geldi, hem de çok kısa sürede.




'Haremi herkes bilir'




*Haremlique ismi nereden çıktı?




C.K.: Daha markanın kuruluş aşamasında ‘Harem’den yola çıktık. Yurtdışında da iyi bilinen, mutlaka hatırlanacak bir isim seçmek istedik. Haremi herkes bilir. Ayrıca o zamanın geleneklerine baktığımız zaman ailenin yaşadığı yer...




*Gizemli bir tarafı da var bu arada...




C.K.: Evet. Mahrem bir tarafı da var. Yatak odaları, banyolar vs... “Que” kısmını da markayı biraz Fransızlaştırmak için ekledik.




*Biraz önce dediniz ki “Aklımın bir köşesinde her daim vardı ama sonra evlendim, yapamadım.”




C.K.: Evet arada çalıştım ama bu iş başka bir iş.




*Haremlique ilk ciddi işiniz o zaman.




C.K.: Evet kesinlikle. 8 yıl oldu.




*"Keşke daha önce bu işe girseydim" demişsiniz...




C.K.: Evet. Daha önce başlasaydım herhalde daha hızlı ilerleyebilirdik. O zaman ailemin fabrikaları duruyordu. Şimdi çoğu kapandı. O açıdan alabileceğim destek çok daha fazla olurdu, kolay ilerleyebilirdik.




'Cadde üzerindeki mağazaların işi zor'




*8 yılda ne öğrendiniz iş hayatınızdan?




C.K.: Çok şey öğrendim. Bir kere ekip işinin ne kadar kıymetli, önemli olduğunu öğrendim. Doğru işlere doğru insanları bulmak o kadar önemli ki... Bu yolculukta hatalar yapmadım mı? Yaptım tabii.






*Ne mesela?




C.K.: Örneğin ilk dükkân için “İlle de sokakta olsun” diye ısrar ettik AVM’ye girmek istemedik. Sanki böyle bir marka cadde üzerinde olursa çok daha iyi olur diye düşündük. Cadde üzerinde açtık. Yanlışmış. Çok kısa sürede büyük bir hata yaptığımızı keşfettik çünkü Türkiye tamamen AVM üzerine kurulu bir kültüre sahip. Cadde üzerindeki mağazaların işi zor. Ama iyi bir tecrübe oldu bu bizim için.




*Peki Koç soyadı? İnsanın soyadı Koç olunca, bütün kapılar açılıyor mu?




C.K.: Koç deyince, hem çok büyük bir aile hem de büyük bir marka, ayrıca çok büyük bir güç. Türkiye’de Koç tecrübeyi temsil ediyor, güveni temsil ediyor, 95 yıllık bir tarih... Ama tabii Koç Ailesi’nin bir parçası olunca, bu bahsettiğim her şeyin bir parçası oluyorsunuz. O kadar bireysel bakmak mümkün değil.




*Özgür davranamıyorsunuz yani...




C.K.: Yok davranamazsınız, doğal tabii bu durum. Tabii öte yandan beklentiler de çok yüksek. Kesinlikle hiçbir hata payına yer yok. Mükemmeliyetçi bir durum var ortada. Öyle bir beklenti. Bir de herkes zannediyor ki olanaklar ve imkânlar sınırsız, o yüzden sizinle iş yapmak isteyenlerin tavırları da


o yönde olabiliyor.




*Daha yüksek fiyatlar mı çekiyorlar size örneğin?




C.K.: Hem o oluyor hem de şöyle haksızca bir tavır var. “Bu imkânlar varken her şey olur! Basit bu markayı yaratmak!” Oysa hiç de öyle değil.




*Bu tip soyadları taşıyan herkes marka yaratabilir mi?




C.K.: Kesinlikle değil, onu anlatmaya çalışıyorum. Dolayısıyla bu soyadı, bu güç, çok büyük imkânlar tanısa da bu tip dezavantajları da bünyesinde barındırıyor. Sonuçta ekip işi çok önemli, kiminle çalıştığınız çok önemli ve çalışmak çok önemli. Ve inanın bir marka yaratmak hiç de kolay değil.




*Verdim ismimi arada bir uğruyorum durumuyok yani...




C.K.: Yok tabii. Hep şu algı var. “Patronun eşinin hobi işi’’. Bu algı yapışıp kalıyor. Halbuki bunun arkasında çok ciddi uğraş var, onca araştırma, emek var.




'Banu nevresim katlıyor bende ütü yapıyorum'




*Çok mu çalışıyorsunuz?




C.K.: Evet kesinlikle. Büyük çalışma var bu markanın arkasında. Fuarlarda bazen gerekirse, Banu nevresim katlıyor, ben ütü yapıyorum, o derece hâkimiz işimize...




*Ütü yapmayı seviyor musunuz?




C.K.: Çok sık yapmak zorunda değilim ama seviyorum. Herkesin ev işlerinde terapi gibi gördüğü bir iş vardır, ben de ütü yapmayı seviyorum. Belki kumaşla bağlantılı belki çocukluktan beri seyrettiğim şey olduğu için.




*İyi yapar mısınız? Tekniğiniz var mı?




C.K.: Vardır tabii. Mesela gömlekleri ütülerken hep kenardan başlamak gerekir.




*Gelelim "Selamlique" markasına....




C.K.: Aslında “Haremlique” konseptine uygun ne yapabiliriz, aksesuvar, detay katalım diye düşünürken bir anda kahve işinin içinde bulduk kendimizi. Ama o markayı yaratırken de çok çalıştık, birçok tadım, Ar-Ge derken şimdi başka bir heyecan içindeyiz.Arçelik’te “Selamlique” adı altında, ilk defa geleneksel şekilde pişen kapsüllü Türk kahvesi makinesi çıkaracağız. Amacımız sadece ticaret değil, Türk kahvesini dünyada “İtalyan kahveleri geride kaldı” noktasına getirmek istiyoruz. En büyük hayalim bu.




'Her şey bir bezle başladı'




*Sizin hikâyeniz nedir peki?




BANU YENTÜR: Akdeniz ve Ege kültürünün birleşmesiyle yetişmiş biriyim. Çukurova’da 4 jenerasyondur toprak ve özellikle pamuk işiyle uğraşan bir ailenin ferdiyim. İlkokul yıllarımdan itibaren hayallerim renkler desenler üzerineydi. Sonra Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazandım ve kısıtlı kontenjana sahip olan tekstil tasarımı bölümüne girdim. Güçlü markalar için tasarım yaptım, İngiltere’de çalıştım. 25 senelik tasarım hayatım, ilk yıllarda moda sonra ev tekstili ve şimdilerde olduğu gibi marka konseptleri yapılandırma ve imaj oluşturmakla ile devam ediyor.






*Caroline Koç ile ortaklığınızı nasıl tanımlarsınız?




B.Y.: Beraber, keyif alarak, üreterek yol alan iki kadınız aslında. İkimiz de bu işin her detayında çalışma arkadaşlarımız ile birlikte var olmaya çalışıyoruz. Ama benim iki şirketteki ana görevim, tabii ki kendi eğitimim ve tecrübemle bağlantılı olan marka konsepti ve imajını oluşturan ürün ve malzemelerin tasarımsal ve yaratıcı süreçlerini ortaya çıkarmak.




*Her şey bir bez ile başladı değil mi?




B.Y.: Evet beyaz, bomboş, özenle oluşturulmuş, o ana gelene kadar çok emek harcanmış, bembeyaz bir bez parçası. Hayatta her şeyin başlangıcı, tıpkı beyaz bir sayfa açmak gibi. Ben bir tasarımcıyım. Dolayısıyla bez benim için kafamdakileri dökebileceğim bir sayfa ya da tuval, boş bir yüzey demek. Sonuç olarak en doğru, en özel tasarımı yapmak için iyi bir beze ihtiyacım vardı. Bu bezi de pamuktan ipliğe, iplikten dokumaya olan en ince detayların bir araya getirerek başlatmalıydık. Şimdi bu bez bizim nevresimlerimiz oldu.




*Neden Haremlique, neden kavuk?




B.Y.: Bize ilham veren öyle zengin öyle güzel bir coğrafyada yaşayıp besleniyoruz ki bu da dolayısıyla ismimizden logomuza kadar yansıdı. Kavuğa gelirsek; kültürümüze ait bir sanat olan minyatürden yola çıkarak logomuzu dünyaca ünlü minyatür sanatçımız Taner Alakuş’ayaptırdık. Dolayısıyla bunu bir logo tasarımı olarak değil de, bir sanat eseri olarak ele aldık.






*Ya Selamlique?




B.Y.: Selamlique adı ise; eski Türk konak, köşk ve saraylarının ‘selamlık’ kısmından gelir. Buralar gelenlerin karşılandığı, kabul ve görüşmelerin yapıldığı, sohbet edilen, misafir ağırlanan bölümlerdi. Yapının harem denilen iç kısımlarından yalıtılmış olan bu bölümlerin ‘selam’ sözcüğünden türetilen bir isim taşımasının sırrıysa buralarda sıklıkla ziyaretçi


kabul edilmesinde, selamlaşılmasında yatıyordu. Selamlique kendisine bu ismi seçerken bir yanıyla, çoğu zaman birileriyle beraber ve sohbet eşliğinde içilen, belli ritüellerle ikram edilen Türk kahvesinin sosyalleştiriciliğine işaret ediyor, diğer yanıyla herkesi Türk kahvesinin bu büyüleyici selamlığına çağırıyordu.




*Amaç Türk kahvesine itibar kazandırmak mı?




B.Y.: Türk kahvesi hep itibarı olan bir içecekti. Ancak dünyada diğer kahveler gibi kolay ulaşılabilir, kolay pişirilip servis edilebilen bir içecek olmadı. Biz bu değerin zaten var olan itibarını güçlendirmeyi ve globalleşmesine katkı sağlamayı hedefledik. İlk olarak ambalajla başladık. Aromalar kattık. Sevin sevmeyin ama bu aromalar daha geniş yelpazelere ulaşmamızı sağladı. İyi kıvamda, taze, leziz bir Türk kahvesi yapmanın ne kadar önemli olduğunu düşündüğümden, bir fincan için ideal bir gramajı bir poşete koymaya karar verdik. Ve şimdi bu yolculuğumuzu Arçelik ile birlikte yapmış olduğumuz “Kapsüllü Türk Kahvesi Makinesi” ile sürdürmeye devam ediyoruz.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR