Sezen Aksu'nun "Şarkı söylemek lazım avaz avaz" şarkısını mırıldanırken;

-Rumeli Hisarı, Harbiye Açıkhava Konserleri, Kuruçeşme Arena'da ve sayısız mekanlarda izlediğim birbirinden güzel konserleri anıyorum.

-Mehtabı izlerken, sabahlara kadar şarkı söylediğimiz yaz gecelerine dalıyorum.

-Müziğin rahatsızlık değil, keza ne kadar çok neşe, sevinç, mutluluk verdiğini hatta yaşam sevincimi arttırdığını fark edip daha çok sesini açıyorum.

-Her dinlediğim şarkıda anılara daldığımı fark ediyorum.

-Üzüldüğümde, mutlu olduğumda, özlediğimde, ayrılmak istediğimde kendime şarkı tuttuğumu fark ediyorum.

-Tam da kötü olduğumuz noktada bizi bir şarkının birleştirdiğini fark ediyorum.

-Avaz avaz şarkı söylerken, dans ederken hayata daha da sımsıkı bağlandığımı fark ediyorum.

-Güzel bir konser sonrasında daha da keyiflendiğimi, yaşı kaç olursa olsun insanların müzik ile keyiflendiğini çok kez gözlemlediğimi fark ediyorum.

Ve yaşı kaç olursa olsun müziğin hayatın neşesi, ruhu sevinci ve her şeyi olduğunu biliyorum.

O yüzden şimdiden sonra daha çok avaz avaz şarkı söylemek istiyorum.


Size de tavsiye ederim...

Eurovision’a katılmamız gerek

Z kuşağının bilmediği çok şey var elbet. Bunlardan biri de Eurovision Şarkı Yarışması.

Oysa ki, birden fazla nesil için çok fazla anlamı var Eurovision Şarkı Yarışması'nın. En başta yarışmanın yayınladığı gece ülkede heyecanın tavan yaptığı en önemli gecelerden biri olurdu. Mesela yarışmaya katılan ülkemizi temsil edecek şarkıyı anında ezberler aynanın karşısına geçer şarkılar söylenirdi. Hangi ülke komşumuz hangisi değil er meydanı ortaya çıkardı. Tüm aile bir araya gelir ekran karşısına geçer büyük bir heyecanla izlerdi. Sosyal medya olmadığı zamanlarda ilk hashtag'ler aile arasında atılırdı elbet. Tabii o dönem bu terimler de yoktu. İlk aile içinde konuşulur bir gün sonra okulda, işte, arabada, markette, dolmuşta tartışılır bir gün sonra çıkacak gazetelerde yorumlar takip edilirdi. Yarışma esnasında sosyal medyada neler oluyor gibi dikkat dağıtıcı, etkileyici unsurlar olmaz, gözümüzü ekrandan ayırmazdık.Maalesef her şeye siyaset karıştığı gibi şarkılara da karıştı ve Eurovision'dan uzun bir süre el ayak çektik. Fakat önceki gün tam da, müziğin rahatsızlık verdiğinin konuşulduğu günün sabahında Türkiye'nin Eurovision'a yeniden katılması gündeme geldi. TRT, Türkiye'nin yeniden Eurovision'a katılmasıyla ilgili görüşmelere başladı. Ve "Kim gitsin?" tartışmaları hız kazandı. Kim giderse gitsin Eurovision'a katılalım da. Ancak; 15 Mayıs'ta bu köşede, "Eurovision Şarkı Yarışmasına katılsaydık kim gitsin isterdiniz" diye bir yazı yazıp, "Ve eğer katılsaydık Eurovision Şarkı Yarışması’nda İrem Derici’nin, Simge Sağın’ın, Ziynet Sali’nin, Edis’in, Aleyna Tilki’nin rahatlıkla memleketimizi temsil edeceğini düşünüyorum" demişim. Şimdi şöyle bir dönüp bakıyorum ve bir kaç isim daha eklemek istiyorum. Mesela Mabel Matiz'de şahane olur. Mesela Sıla'da harika olur. Tam listelerken de, "Yahu dur. Kim giderse gitsin. Buradaki önemli olan şey ne olursa olsun katılmamız. Orada kendimizi müziğimizin gücünü ve Avrupa'nın en önemli renklerinden biri olduğumu göstermemiz gerekir" diyorum.. Bu yüzden de, kim giderse gitsin Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'nin olması şart. Peki nereye kadar? Açılmanın yeni tarihi 1 Temmuz. Yani o saatten itibaren tüm yasaklar kalkıyor. Müziğin sesi de saatler 00:00'ı gösterdiğinde külkedisine dönüşmeden susacak. Peki nereye kadar? Hangi zamana kadar? Hangi aya kadar? Hangi yıla kadar? Çünkü 15 Mart 2020'den bu yana neredeyse iş yapamayan, açılamayan ciddi bir kesim var. O da gece kulüpleri. Peki oralar, o mekanlar ne olacak? Orada çalışan insanlar umutla yeni normalleri bekliyordu. Peki onlar için nasıl bir çalışma yapılacak? Bir kesim, oralarda herkesin eğlendiğini düşünüyor. Ancak büyük bir kesim var ki, evine ekmek götürmek için sabahlara kadar ter döküyor. O kesim için nasıl bir çalışma var sırada? Özlüyorum Şimdi yazacaklarıma belki bir kesim "Ah ah sen küçüktün. Hatırlamazsın. Eskiden de böyleydi" diyebilir. Ancak şu var ki, sanki eskiden yani benim aklım erdiği zaman ve 20'li hatta 30'lu yaşlarımda; -Onlar, sizler, biz, ben tartışması bu kadar yoktu. -Daha çok onlar değil biz vardı. -Daha çok "Memleketim" vardı. -Tamam siyaset yine ve hep vardı ama daha bir bütündü. -Bizim evimizde, mahallemizde hatta yöremizde dil, din, ırk ayrımı bu kadar çok konuşulmazdı. -Okulda, teneffüslerde, siyaset değil "Olacak O Kadar" konuşulur, geyikleri yapılırdı. Diye uzayıp giden bir liste yapmak istiyorum. Ama yazının en başında olduğu gibi ürküyorum biraz elbet. Çünkü ben kasetlerin milyon milyon sattığı döneme denk gelen bir neslim. O yüzden de bu dönemi sevmiyorum, sevemedim. Sanki her şey çok fazla. Siyaset çok fazla. Kadına, çocuğa şiddet daha fazla. Saygısızlık daha fazla. Kabalık ön planda. Yol yordam bilmemek baş köşede. O yüzden de ne bileyim... Hep bir şeyler eksik.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR