Tatil mevsiminin başlamasının güzel yanlarından biri de ne zamandır okumak için beklettiğim kitaplarla haşır neşir olabilmek. ‘İlaçsız Yaşam' bunlardan biriydi mesela. Çocukluğunda gereksiz antibiyotik alımına maruz kalmış biri olarak daha erken bilinçlenmeyi isterdim doğrusu, bu yüzden Dr. Ümit Aktaş'ın bu kitabı bir hayli ilgimi çekti. Kitapta ilaç yerine kullanılabilecek, bilimsel kanıtı olan bitkisel ürünlerin hazırlanış tariflerinin yanı sıra bir de gündelik hayatımızdaki yiyecekler için kullanım kılavuzu yer alıyor. Mesela riviera zeytin yağını değil sızma olanı tercih etmelisiniz, ya da sarımsağı ezerek kullanırsanız bütün vitaminlerine ulaşamazsınız vb... Kitabın başında hiçbir zararlı alışkanlığı bulunmayan sıradan bir insanın gündelik hayatta maruz kaldığı kimyasal etkilerden de bahsetmiş yazar. Baz istasyonlarına gayet yakın, elektronik eşya dolu evlerde uyanmanın etkilerinden ayağımızı bastığımız parkenin cilasındaki kanserojen kimyasallara kadar. Okurken insan fena oluyor ama bilmekte yarar var diye düşünüyorum. Ümit Aktaş aynı zamanda bağışıklık sisteminin dengesini bozan 10 önemli sebebi de sıralamış. Aslında bilindik şeyler: Sigara, yetersiz beslenme, şeker tüketimi, yetersiz taze meyve tüketimi, obezite, alkol tüketimi, stres, az su içmek gibi bildiğimiz şeylerin sonuna en önemli etkenlerden birini eklemiş: Olumsuz ve karamsar düşünce ve duygu yapısı! Duygusal durumun bağışıklık sistemini direkt etkilediğini biliyoruz, mutsuz ve karamsar olduğumuz zamanlarda daha kolay hastalanıyoruz. Yani önemli olan kuyruğu sürekli dik tutmak.




Öff'leyenden dost olmaz




Sürekli bir sosyal çevre içindeyiz, siz ne kadar mutlu olsanız da arkadaşlarınızın modu düşükse o iş zor. Toplu halde tatile çıkmak üzere havaalanına doğru yola çıkılır mesela, herkes heyecanlı, mutludur ama bir yerde trafik tıkanıverir. İşte o an kesinlikle en az bir kişiden de olsa olumsuz duygu yükselir "Öff geç kalacağız!" Daha uçağın kalkmasına saatler varken bile bu sözü söyleyiverirler, önemli değil! Bazı insanlar bardağın boş tarafına bakmadan edemez, bu da çok sıkıcıdır. Kendisi dahil herkesi strese soktuğunu fark etmezler bile. Galiba en ufak bir sorunda 5 yaşında çocuk çocuk gibi "Aman Tanrım mahvolduk" tribine girmektense sorundan kurtulmanın yolunu aramak gerekiyor. Ya da trafik sıkışması gibi, bir anda beliren yağmur gibi sizin çözmenize imkân olmayan konularda dövünmek yerine elinizden bir şey gelmeyeceğini kabul edip beklemeniz gerekiyor. Ağlasanız da aynı sonuca ulaşılıyor, ağlamasanız da.




Annelerin dokunulmazlığı nedir?




Pazar sabahı Bodrum'da kaldığım otelde huzur içinde uyanıp sahile gittim. Amaç kitap okuyup arkadaşlarla laflayarak sakin bir gün geçirmek. O kadar yorgunum ki arkadaşlarımla bile konuşmak istemiyorum, dalgaların sesini dinlemek yetiyor. Ne de olsa akşama İstanbul'a döneceğim ve orada dalga seslerini ara ki bulasın! Fakat o da ne, bir anne kolluklarıyla eğitime hazır minik oğlu Demir'e yüzme öğretmeye başladı. Bir süre sonra dalgaların sesi, "Çırp Demir, çırp, çırp, çırp, çırp..." gürültüsüyle yer değiştirdi. Çocuk yüzmeye çalıştıkça mutlu olup kahkahalar atıyor, ona hiçbir lafım yok. Ama çocuk yüzdükçe annenin heyecanının artması, sesini daha da yükseltmesi, sanki kendi sahilinde çocuğuna yüzme öğretiyormuş gibi davranması tuhaf değil mi? Kıyıdaki akrabalar da çocuğa tezahürat yapmaya başlayınca olay maç havasına döndü zaten. Demir'in yüzme öğrenmesi milli meselemiz mi ki ben bu ailenin çığlıklarını dinlemek zorundayım. Sizin için büyük ama insanlık için çok ama çok küçük bir adım atılırken biraz daha saygılı olmanız gerekmez mi? Her anne olanın dünyanın en özel çocuğunu doğurduğu hissine kapılmasını anlıyorum. Bu konu hormonal olmalı. Benim anlamadığım onların bunun her annenin başına gelen sıradan bir duygu olduğunu anlamaması.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR