Bardağın dolu mu boş mu olduğunu bırakın, çoğu zaman ortada bir bardak bile görmeyen biriyim ben! Böyle olduğum için de kendimden nefret ediyorum. Bir süredir bunu değiştirmek için kendimle kavga halindeyim. Bazen hiçbir yere gitmeyen trafiğin orta yerinde, bazen herkesin gülüp eğlendiği bir masanın kenarında bir bardak suda fırtına koparıp kendime kafa göz girişiyorum. Ortada bomboş duran bardağın dolup taştığına kendimi inandırmak için bin dereden su getiriyorum. Pollyanna’nın kulağına “Ne diye iyi olacakmışım ki, eninde sonunda hepimiz cehenneme gideceğiz işte...” diye şarkılar söylüyorum berbat, akortsuz sesimle...Bıktım usandım kendimin bu karamsarlığından...

Bu konuda pek yalnız da sayılmam doğrusu. Çevremde birçok insan bu dertten mustarip. Kiminle konuşsam ‘tarif edemediği’ bir mutsuzluktan bahsediyor. Herkesin dilinde bir ‘gitmek’ var. Nereye, neden, kimden kaçıyoruz, her yere en büyük düşmanımız kendimizi de götüreceğiz eninde sonunda! Sanki hepimiz aslında ‘mutluymuşuz’ da bir trende, çok moda bir ‘duyguya’ ayak uydurmak için ‘mutsuz’u oynuyormuşuz gibi hissediyorum. Daha doğrusu hissediyordum! Ta ki geçenlerde Kanadalı ‘nefis’ müzik grubu Arcade Fire’ın lideri Win Butler’ın sözlerini okuyana kadar:

Espiriyi anlayamamak

"Komedyenler artık kolejlerde sahneye çıkamadıklarını, espri yapamadıklarını söylüyor. Çünkü insanlar bir espriyi anlama yeteneklerini kaybettiler. Sanki bir kömür madeni içindeki kanarya gibi hissediyorum, bu çok Orwellian bir durum... Komedyenler her zaman söylenmekten korkulan şeyleri söylerler. Bunu kaybettiğiniz zaman baş aşağı gidersiniz..." Söylenmeyeni söylemekten korkulan, ‘espriyi anlama yeteneğinin’ bile kaybedildiği bir çağda yarısı dolu bir bardağın içinde başımı suyun üzerinde tutabilmek için Dr. Jekyll gibi, ‘kötümser, mutsuz’ yanımı bedenimden ayırmaya karar verdim! Böyle bir ortamda başka türlü hayatta kalmak da mümkün değil zaten... En azından ben böyle düşünüyorum. Kötülüklerden şikâyet etmek yerine güzelliklerin peşine düşeceğim artık. İşte tam da bu yüzden şimdilerde iğneyle kuyu kazıp kendime ‘küçük mutluluk adaları’ oluşturuyorum... Bu ada bazen, beni uzun süredir hiç olmadığım kadar mutlu eden bir güzellikle bol kahkahalı uzun bir akşam yemeği oluyor, bazen eski bir dostla soğuk bir bira... En son geçenlerde ‘gerçeklik’ denilen bu lanet olası ana karadan 'Kelebekler' adasına kaçtım.

Patlayan tavuklar

Yönetmen Tolga Karaçelik’in, Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmeye değer bulunamadığı için ‘imece’ usulü, 18 günde çektiği, Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü kazanan filmi ‘Kelebekler’, benim için gerçekten küçük bir ‘mutluluk adası’ oldu. Uzaya gidemediği için canlı yayında kendini yakan astronot Cemal, çocuklarla anlaşamayan anaokul öğretmeni Suzan, ‘Mahallenin Dibi’nden kariyerinin dibine dikey düşüş yapmış oyuncu Kenan adlı, en az benim kadar


mutsuz 3 kardeşin, 30 yıldır görmedikleri babalarının çağrısı üzerine köylerine yaptığı yolculukta onlarla yol arkadaşı olmanın keyfini burada kelimelerle anlatamayacağım. Bilimle inancın maçında, inanç takımı formasıyla ‘bilim’ lehine tezahürat yapan ‘acayip’ imam, sorumluluk makamında oturan ama ne zaman bir sorumluluk alması gerekse ‘kaçan’ muhtar ve olur olmaz yerde patlayan tavuklarıyla Hasanlar Köyü anlatılmaz yaşanır... Siz de bir süreliğine bile olsa içinizdeki ‘karamsar’dan kurtulmak için bu köyü mutlaka görmelisiniz. Şahsen ben geçenlerde içimdeki Mr. Hyde’ı Hasanlar Köyü’nde kucağına bir ‘tavuk’ verip havaya uçurdum! Günün sonunda kör bir çobana 500 lira borçlu çıksam da habire boyumu aşıp duran hayatın orta yerinde, yüzümde gülücükler açtıran 1 saat 57 dakikalık bu nefis rüya için Tolga Karaçelik’e teşekkürler...


‘Kelebekler’ resmen boş bir bardağı taşıran damla oldu benim için. ;)

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR