Suriyeli sanatçı Tammam Azzam’ın adını ilk geçen yıl duymuştum. Batılı sanatçıların ünlü tablolarını photoshop’la Suriye’de bombalarla yıkılmış binaların üzerine yerleştiriyordu. ‘Özgürlük Grafitisi’ adlı eserinde Gustav Klimt’in ‘The Kiss’ (Öpücük) adlı resmini delik deşik bir binanın üzerine kondurmuştu. Klimt’in eserini ‘aşkın simgesi’ olarak seçtiğini ve onu yerleştirdiği yıkık binadaki aşkı ‘savaş’ın yok ettiğini söylüyordu. Ben de Azzam’ı o günlerde Batı basınında çıkan yazılarla tanımıştım. Dün sosyal medyada Tammam Azzam’ın birkaç yıl önce, savaşın yıktığı binaların enkazlarından topladığı parçalarla yaptığı ‘Özgürlük Heykeli’ adlı eseri paylaşılıyordu. Onun bu çarpıcı eserine bakarken timeline’ıma bizim topraklardan ‘mindblowing’ bir eser düştü.




Sizinki hangi Madonna?




Bir TV kanalında dev ekranda Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanının kapağı, iki kadın bu eserden uyarlanacak film hakkında konuşuyorlar. Ne yazık ki konuştukları şey hakkında en küçük bir fikirleri yok... Ülkemizdeki birçok ‘TV şahsiyeti’nin beyni ‘Like a Virgin’ olduğundan havada uçuşan fikirlerin ne olduğunun da bir önemi kalmıyor tabii... Neyse, ulusal bir kanalda, ‘milyonlarca’ insanı fikirleriyle ‘ihya’ eden iki kadın, kitaptan uyarlanan filmde Beren Saat’in ‘şarkıcı Madonna’yı oynayacağını düşünerek o ‘nadide fikirlerini’ ortalığa boca ediyorlar. Programın moderatörü Sabahattin Ali’nin kitabı 1943’te yazdığını söylediğinde bu iki hanımefendinin beyinde bir krondel oluşuyor... O tatlı esinti sırasında fısıldar gibi “O zaman Madonna var mıydı?” gibisinden bir şeyler dökülüyor dudaklarından... ‘Aşkı-Memnu’, ‘Yaprak Dökümü’ gibi dev eserlerin muharrirleri (!) Ece Yörenç’le Melek Gençoğlu’nun yazdığı bütün o ağdalı sahnelerden daha acıklı bir sahneydi bu gerçekten! ‘Kürk Mantolu Madonna’yı okuduğunu ama ne anlattığını anlatamayacağını söyleyen hanımefendinin ‘sıvayarak’ yaptığı dev eser, maalesef dün timeline’da Tammam Azzam’ın ‘Özgürlük Heykeli’nin yanı başında bir utanç vesikası olarak yükseliyordu...




Koca ülke cereyanda kaldı




Yıllarca cezaevinde yatan Türk edebiyatının bu dev isminin, Sabahattin Ali’nin, 1998’de Bulgaristan sınırındaki ‘sır’ ölümü üzerindeki esrar perdesi hâlâ acı acı sallanırken, yıllar sonra bir TV programında, onun eseri üzerine ‘konuşamayan’ iki hanımefendinin beyinleri arasında koca ülkenin cereyanda kalması çok normal geldi nedense bana. Ve işte tam da bu duygularla onun bir başka muhteşem romanı ‘İçimizdeki Şeytan’da yazdığı şu satırlar geldi aklıma:




İnsanlardan nefret etmeyi...




“Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil... İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile... Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda, hiçbir şeyle değişmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor... Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimden geçen şeyleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum...”

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR