İŞTE aslında tam da başlıktaki gibi geçen bir haftayı anlatacaktım size. Kanlı terör saldırılarının ardından OHAL ilan edilen Fransa'nın farklı şehirlerindeki masal gibi Noel kutlamalarını ve Işık Bayramı'nı... Ama şimdi içimden bunları yazmak gelmiyor. Çünkü hayat, masallardaki gibi mutlu sonla bitmiyor...

Tıpkı burada olduğu gibi Fransa'da da terör riski altında bir hafta geçirdikten sonra, Lyon'dan kalkan uçağımız İstanbul'a indi ve o anda, Dolmabahçe'de gerçekleşen bombalı saldırıyı öğrendik. Havalimanında herkes şaşkın, acılı, çaresiz ve öfkeliydi. Bir yolcu, "Türkiye'ye hoş geldiniz" dedi, can güvenliğimizin olmadığını ima ederek...

DÜNYANIN BELASI

Oysa ki, daha bir gece önce, bir başka ülkede yine can güvenliğimizin garantisi olmadan sokaktaydık...

Sadece bizim değil, dünyanın belası bu terör!

Fransa teyakkuzda mesela... Her çarşamba öğleden önce siren çalıyor şehirlerde. Böylece vatandaşlarını terör saldırısına karşı uyanık tutuyor, bir yandan da ‘görevimizin başındayız' mesajı veriyorlar. Bu alarm farklı bir saat ya da farklı bir günde çalarsa, ‘hemen çocuğunu al, evine dön ve radyoyu aç' anlamına geliyor.

DİDİK DİDİK ARANDIK

Diken üzerindesin yani...

Sokaklar üçlü ya da dörtlü gruplar halinde dolaşan, polis, jandarma, özel harekatçı ve özel güvenliklerle dolu. Ellerinde uzun namlulu silahlar, yüzlerinde kar maskeleri...

Strasbourg'da her yıl kurulan Marche de Noel'in, yani dünyanın en büyük Noel pazarının kurulduğu meydanlarda da Lyon'daki Işık Bayramı'nda da binlerce Fransız ve yabancı turist ister otomobilli, ister bisikletli, ister yaya olsun didik didik aranıyor.

KIYAMET KOPTU MU?

Barikatların arkasındaki polisler büyük bir nezaket, güler yüz ve sabırla, meydanlara girmek isteyen herkese aynı cümleyi kuruyor: "Çok özür dileyerek sizden montunuzun önünü de açmanızı rica ediyorum. Bu benim işim ve bunu yapmaya mecburum."

Tek tek canlı bomba arıyor ve kimseye istisna göstermiyorlar.

Yıl 2016... İnsanoğlu biraz ‘insan' olsun istiyoruz ama geldiğimiz nokta, uzun namlulu silahların ortasında tedirgin ve korunmaya muhtaç yaşamak; bizi korumak için canlarını feda eden polisimizin, askerimizin ve sadece o anda orada olduğu için hayatını kaybeden sivil vatandaşlarımızın yasını tutmak...

İnsanın insana ettiğini eden bir başka canlı yok yeryüzünde... Kıyamet kopmuş herhalde ama bize ‘budur kıyamet' diyen de yok, o sebepten aymıyoruz...

İki saatliğine 90'lara ışınlandık

90'LI yıllara dönmek ister miydim? Evet, çok isterdim ama sanmayın ki özlemim ilk gençliğime... Ben, 90'ların başından 2000'lerin ilk beşliğine kadar uzanan müzikal heyecanını özlüyorum. Samimiyetini, nezaketini, birlikten doğan kuvvetini, paylaşımcılığını, rakibinin başarısını alkışlamaktan mutluluk duyan sanatçılarını ve eğlencesini...

Orkestra şefi, müzisyen ve aranjör Tarık Sezer önceki hafta sanat hayatının 40. yılını kutladı.

KENAN'LA YAKTIK YİNE ROMA'YI

İşSanat'ta gerçekleşen ‘40. Yıl' konserini Murat Başoğlu sunarken, Sibel Can, Kenan Doğulu, Burak Kut, Yaşar, Fuat Güner, Hakan Altun ve Yıldız Tilbe sahneye çıkarak şarkılarını Tarık Sezer Orkestrası eşliğinde seslendirdi. ‘Delikanlım'lar, ‘Roma'yı yakmalar' filan derken her birimiz kendi zaman tünelimizde 90'lara doğru bir yolculuğa çıktık.

Sibel Can ile Kenan Doğulu el ele düet yapar ve birbirlerine gönülden gelen övgüler yağdırırken, Yaşar sahnede Tarık Sezer'e sıkı sıkı sarılırken, Burak Kut şarkıların başka bir içtenlikle seslendirirken, Yıldız Tilbe canı gönülden bir şarkı fazladan söylerken ve bizler de bir kez daha 90'ların bu tertemiz ruhunu yaşarken içimden bağırdım: "Hepiniz sağ olun, var olun. Öyle iyi geliyorsunuz ki bizlere..."


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR